Dil Seçimi

"Durdu GÜNEŞ'in Şiir Kitabı:AŞK BİR YALNIZLIK ŞARKISIDIR"/Hasan EJDERHA

ÇAĞIRMA BENİ EY SEVGİLİ 

Çağırma beni ey sevgili
Özlem ve umutsuzluk arasında kalmaktan bıktım
Uzak düşler gibisin hep uzak,
Söğüt yeşili gözlerin türkü gibi sıcak
Bakıp bakıp hep kendimi yaktım 

Çağırma beni ey sevgili
Sen dağ dorukları gibi asi ve yükseksin
Ben dağ yamacında yalnız mezar gibiyim
An olur hırçın rüzgârlar gibi esersin
Bense bir yağmur sonrası gibi dingin 

Çağırma beni ey sevgili
Bir gül ömrü kadar bile olmaz düşlerim
Sen yoz kentlerin yaldızısın
Ben saf köylerin sızısıyım
Ellerinde yarım kalır gülüşlerim 

Çağırma beni ey sevgili
Senin anlatacak anıların olur
Benimse anlatamadığım yürek sızıları
Uçurum kenarı çiçek, netameli rüyasın sen
Sana neşeli an, bana acı yarın olur 

Çağırma beni ey sevgili
Gülüşlerimizi paylaşamadık hiç, bilirsin
Yaşayamadıklarımızı biriktiremem artık
Aşkın yalnızlığımı çoğaltıyor hep
Sen yaşanacak değil söylenecek şiirsin 



Bu şiiri size, Durdu GÜNEŞ'in "AŞK BİR YALNIZLIK ŞARKISIDIR" şiir kitabından sundum. Fark ettiniz değil mi ne dediğimi. "Durdu GÜNEŞ'in şiir kitabından" dedim. Niye buranın altını çizdiğimi anladınız değil mi. Durdu GÜNEŞ'i mizah ile biliriz.:
MEMUR OLDUĞUMU KİMSEYE SÖYLEME
BİTKİLERLE SOHBET
EMEKLİ MEHMET EFENDİDEN FIKRALAR

Can GÜNEŞ imzasıyla:

AŞK İNSANI KOMİK YAPAR
BEN HAKİMİM MASUM BEY
HAYVANCA ŞAKALAR
AŞK ÜZERİNE ÇEŞİTLEMELER Kitaplarından bazıları. Hepsi mizah, hep mizah. Gerçekten mizah konusunda dönemine adını şimdiden yazdırmıştır Durdu GÜNEŞ. Hem mizahının kalitesi, hem fikri yönü, hem de mizah ve kültür geleneğimiz açısından mizahımız için hem yeni bir nefes olmuş, hem de kendine ve bu millete özgü yeni bir çığır açmıştır.

"AŞK BİR YALNIZLIK ŞARKISIDIR" gibi güzel bir şiir kitabını konuşmak üzere başladık, mizaha kaydık. Elbette konu Durdu GÜNEŞ olunca şansınız yoktur elbette. Durdu GÜNEŞ, o mizah üretim merkezi gibi hep üreten Durdu GÜNEŞ ve şiir. Açık söyleyeyim ve hatta itiraf edeyim. Mizah ile bunca hemhal olduktan sonra Durdu GÜNEŞ'in adıyla şiir kitabı denince çok şaşırmıştım. "Eh canım benim de bir şiir kitabım bulunsun" babından bir şiir kitabı gelmişti aklıma. Bu arada yakından bilirim durdu Güneş'in şiirle alakasını ama o yıllar önceydi. Mizahta bunca yol almışken, şiirin taa arkalarda kaldığını düşünüvermiştim.
Şiirleri okuyunca bunun böyle olmadığını anlamakta gecikmedim. 

"ÇAĞIRMA BENİ EY SEVGİLİ" şiiri ile başladık. Seslendirilmiş şiirinin kaydını sunacağım sizlere.



Durdu GÜNEŞ mizahta da şiirde de eğip bükmeden söyleyen bir şair ve mizah ustası... Mizah kitaplarında Durdu Güneş'i okurken hem duygulanacak, hem düşünecek hem şaşıracaksınız. Biliyor musunuz, şiirlerini okuyunca da bu duygulara gark olacaksınız. Bazen nostalji, bazen tam gerçeğin ortası, bazen aşk ve bazen de üzüntünün, hüznün o kendine has tadını yaşayacaksınız.

Hadi Durdu GÜNEŞ'in bir şiiriyle noktalayalım yazımızı.

SÖYLE EY DENİZ! 

Söyle ey deniz!
Dalgaların neden böyle hırçın, neden köpürür
Kederden mi, sevinçten mi pek bilinmez
Sana bakan hep kendi kalbiyle görür 

Söyle ey deniz!
Neden bazen sessizleşir, durgunlaşırsın?
Bir şey söylemek ister ama söyleyemez gibi
Yoksa sende içinde gizli bir sevda mı taşırsın 


Söyle ey deniz!
Bazen suların ne güzel bulut olup yükselir
İmrenirim sana, ağır gelirim kendime bazen
İçimden, benim de hep bulut olasım gelir 

Söyle ey deniz!
Senin yüreğin bazen ısınır, bazen soğur mu?
Benim yüreğim hep sıcak, bazen dayanamam
Onu sana, ara sıra emanet versem olur mu? 

Söyle ey deniz!
Her vuslatın sonu hasret bileceğiz
Şimdi veda zamanı, bir gün kısmet olursa
Kaldığımız yerden devam edeceğiz 

AŞK 

Bir yakıcı büyü gözlerinde
Bakışların mızrak mızrak
Dolaşma kalbimin üzerinde
Nolur bırak 

Bilmezsin içimde kandil kandil
Duygular yanar, umutlar yanar
Bilmezsin bu gönül cahil
Birden kanar 


Sıralar arasında görünüşün
Bir ateş gibi içime dolar
Biçaresi olurum bu kızgın düşün
Rengim solar 

Bir duman olurum mısra mısra
Şiirlere sığınırım çaresiz
Sarılıp ölürüm kefen gibi sayfalara
Sessiz sessiz 

Sen bundan habersiz eğlencelerini
Sürdürüp zevk almaya bakacaksın
Kim bilir benim gibi nicelerini
Yakacaksın 

DURDU GÜNEŞ'İN KİTAPLARI












SEVGİYLE DİRİLEN HAYAT/Hasan EJDERHA

            Maşallah Celalettin KURT’a; gönülden Maşallah.
Bir yazıya böyle başlanır mı? Yazı seni böyle başlatırsa başlanır elbette. Öteden beri hayranım Celalettin’in çalışkanlığına, üretkenliğine ve dolayısıyla ortaya çıkan eserlerine. Şiir, Türkü, Hikâye, Dergicilik, Dernekçilik, Eğitim, Dostluk. Daha sayabiliriz. Ne kadar güzel haslet varsa sayabiliriz Celalettin KURT için. Her güzel hareketin içinde adı geçer. Zira O’nun adı geçtiği zaman; yüzünü gördüğünüz zaman, saydığımız güzel hasletler aklınıza gelir.
Kurgan Edebiyat yayınları arasında çıkan SEVGİYLE DİRİLEN HAYAT- Hikâyeler kitabının adı da yukarıda saydığımız hasletleri hatırlatmıyor mu size?
Lütfedip imzalayarak göndermiş SEVGİYLE DİRİLEN HAYAR- Hikâyeler ve BU TÜRKÜYÜ SENLE SÖYLEMEK VARDI şiir kitabını. BU TÜRKÜYÜ SENLE SÖYLEMEK VARDI Berikan Yayınları arasında çıkmış. Kitap üç bölümden oluşuyor: Birinci Bölüm FİRÂK VAKİTLERİ. İkinci Bölüm: ADANMIŞ BİR AŞKIN SEFERİNDEYİZ, Üçüncü Bölüm  ise YARI MAVİ BİR İSTANBUL ŞARKISI.  İkisini de bir hafta sonu okudum. Şiirlerini daha önce de okumuştum Celalettin KURT’un. Musikide ve şiirdeki mahareti herkesçe malum… Hikâye yazdığını bilmiyordum açıkçası. Hikâyelerini okurken epey paragrafta durup daldım. Eskilere, eski hatıralara gittim. Yoğunlukla kendi hikâyesini yazmış Celalettin KURT. Kendi menkıbesini paylaşmış dostlarıyla. Hayatına dair menkıbesi oluşurken kayıtlar yapmış da, sanki geri başa sarıp, dostlarıyla izlemekte veya dostlarını izlemeye davet etmektedir.

On altı hikâye yayınlamış SEVGİYLE DİRİLEN HAYAT kitabında. Okuduğunuz her hikâyede, kendi hayatınızın yazılmış olduğunu sanacaksınız. Yine okuduğunuz her hikâyede “Aaa! Bu olay benim başıma gelmişti” Celalettin KURT benim hikâyemi yazmış diyeceksiniz. Anadolu insanı, Anadolu insanının yaşadıkları, acıları, sevinçleri hep aynıdır demek istemiş aslında Celalettin KURT. Nihayetinde bu medeniyetin çocuklarının menkıbeleri hep aynı noktalarda kesişmez mi? Kesişip de birbirine karışmaz mı?
Gönlüne bereket Celalettin Hoca’nın; şiirlerini sazı eşliğinde türküler dinler gibi okuduk. Hikâyelerini kendi hayatımıza dair hikâyeleri okur gibi okuduk. Hüznümüzü, sevincimizi, acılarımızı yeniden yaşadık.
Biz türkü söylemeye hazırız Celalettin KURT. Hadi Bu Türküyü Senle Söyleyelim.

 http://www.yoldakikalemler.blogspot.com
Adresinde kitapların tanıtımı yapılmıştır.



DARASI AZ YARASI ÇOK ŞİİRLER/Hasan EJDERHA

            Şair-Nakkaş Rüstem Ahmet GÖZÜBÜYÜK’ün “SİRİDERYA” kitabını okudum. Gözübüyük’ün şiirlerini okurken, şairliğinin yanında nakkaşlığı da eşlik etti bana. Şiirlerin tamamının darası bir nakkaş titizliği ile alınmış ve ondan sonra şiir kitabı “SİRİDERYA”ya konulmuş. Yazımın başlığını daha kitabı okurken koymuştum.“DARASI AZ YARASI ÇOK ŞİİRLER” diye. Zira gerçekten darasız şiirler. “Şu kelime fazla” denilebilecek mısra yok şiirlerde. Yarası çok ifadesine gelince; oldukça yaralı mısralar var. Aşk olur da yarasız olur mu? Şairin yarası olmadan nasıl söyler. Ne kadar canı acıyorsa o kadar fazla feryat etmez mi? Acıyı, aşkın o değişik, her şeyden farklı acısını hemencecik hissediyorsunuz. Mısralarda işlenen her tema gelip yüreğinizin başına oturuyor ve sizin bir acınıza, bir yaranıza tekabül ediyor.
            “ŞİRİDERYA” baştan sona bizim medeniyetimiz, tarih ve kültür geleneğimizin kendisi. Özellikle, işlenen konular, konuların işleniş tarzı ve mısraların söylenişi ile şiirlerde tercih edilen kelimeler bizden ve yerli. Diğer taraftan şairin beslenme kaynaklarını da ele veriyor. Bu milletin değerlerinden beslenen şiirleri zevkle okuyorsunuz. Zaman zaman yaralanıyorsunuz. Bir mısra tam da sizin derdinize söylenmiş gibi vuruluyorsunuz. Sonra bir başka mısra, derken bir başka mısra… Vurulup vurulup kıvranıyorsunuz adeta.
            Ustaca yapılmış kelime cilveleşmelerinden çok hoşlanacaksınız. Özenle seçilmiş kelimelerin mısralarda verilen anlamlarının yanında bir başka anlamını kavrayıverip keyifleneceksiniz. Hatta o manayı sizin bulduğunuzu sanacaksınız ama değil. Şairin o mısraları bilerek oluşturduğunu fark edeceksiniz bir süre sonra.
            Rüstem Ahmet GÖZÜBÜYÜK şiir kitabı “SİRİDERY”A da yirmi beş şiir yayınlamış. Kitap, Değirmen Yayınlarından çıkmış. “SİRİDERYA”ya Nuray ALPER hoca güzel bir önsöz yazmış. Nefis bir kapak ile doksan altı sayfalık, ebadı ile şirin, mizanpajı düzgün, okunası bir şiir kitabı olmuş.
            Ustaca yapılmış kelime cilvelerinden bahsettik. Göz hakkı ve söz hakkı olarak onlardan tadalım mı?
            Ayn-ı Zuleyhâ” Şiirinden:
                                               Kar kelebekleriyle mi?

                                               Takıp da zülfüne gülü çiğdemi
                                               Hangi seherde yoksa çiğ’demi
                                                                       (…)
                                               Yakaladığım ru’yetinden sır nazar
                                               Sana yakışır hâya sana yakışır naz âr

                                               Ayn-ı zuleyhâ/aynı zuleyhâ

                                               Anlayan anladı  ağladı
                                               Tel tel ördü ağ’ladı
                                               Zamanı


            ” Şiirinden:
                                               Hey!
                                               Kendini serâzâd sanan
Hey! Bende
Ne taşıyorsun heybende

Kâse-i Fağfûr” Şiirinden:
                                   Bahtı kar ay’ım
                                   Kırk yıl hatırına kahvedir gözlerim
Yaralı martıların bahtı kara’yım
Sen mavi, okyanus gözlü deniz

El ele tutuşarak
Tutsak ellerinden kardelenlerin tutsak
Tutsak!
            Şair, “Kardelen”e yüklediği manayı ustaca veriyor. Tutsak kardelenlerin ellerinden tutmayı teklif ederken reçeteyi de sunuyor. El ele tutuşmadan kardelenlerin tutsaklıktan kurtulamayacağının da sırrını veriyor. Aynı mısraları sosyal hayatın bu manası dışında tabiatın içinde düşündüğünüz zamansa aşkın ve tasavvufun kanatlarında bir kanatla yükseliyor, yükseliyor, yükseliyorsunuz. Burdan ötesini söylemeyelim isterseniz. Söylersek kanadımız mı yanar? Kim bilir…

            Kitaba adını veren “Sirideyra” Şiirinden:
                                               Yâsemen yâr koynunda yâsemen
                                               Yâsemen yar koynunda yas emen
Âşığım hicrânınla düştüm yâs’a men
Yâsemen!

            Oğul” Şiirinden:
                                               (…)
                                               Hüznünle
Saçlarıma serpilen aklar
Uğur uğur aklar
Uğraklar
Düştüğüm uğraklar
Oğul gurbânım oğul
(…)
Hep böyle kızıl mı ki yer
Hep böyle kızıl mı giyer
(…)
Ana!
Kim rastlamış kuzusuna doyana
Doy iç gözlerimden doy doy ana
Deme
Oy oyy ana oy ana

Işığım söndü düştüm oy ana
Işığım söndü düştüm o yana
Oğul oğul gurbânım oğul
(…)
Gur gur bânım oğul
Oğul gurbânım oğul.
            Tadımlık birkaç örnek verdik kelimelerle cilveleşen mısralardan. Şiirin bütününde okuduğunuz zaman çok hoşlanacaksınız. Hem estetik, darasız, net ifadelerle şiirin tadına varacaksınız; hem de okuduğunuz mısraların ikinci manalarını yakalayıp, bir şiir daha okumuş olacaksınız aynı şiirde.
            Bir de şair Rüstem Ahmet GÖZÜBÜYÜK’ün kimliğini ele verdiği “Şahsenem” şiirden birkaç mısra okuyalım:
                                               Sablanır içimden semaya Bâbil
Gözlerimde Nil
Yüreğim Afrika benim
Bedenim Anadolu bedenim
Bilmez ki ruhum Hicaz’da, Yemen’de, Sana’da
Bakü, Bişkek, Turfan, Semerkand, Astana’da benim
           
Rüstem Ahmet GÜZÜBÜYÜK’ün “SİRİDERYA” kitabını şiir severlere tavsiye ediyorum. Ayrıca zevkle okuyacağınızı taahhüt ediyorum.

ANNE BABA SİZİ DAVA EDİYORUM/Memduh ATALAY (Şeref Misafirimiz)

Beni yapmaya karar verip vermediğiniz bir eşya durumuna indirgeyerek varlığımın metafizik boyutunu yok saydığınız için dava ediyorum! Melankolinize bir ek, dalinli günlere bir elaman, kardeşsiz sıkıldığım ,futbol sahası bozması evlerinizin çocuk odalarına bir aksesuar olarak düşündüğünüz için dava ediyorum!
Anne Baba Sizi Dava Ediyorum!

Okuyacağım temel eseri seçerken bile televizyon ve gazeteyi esas aldığınız için dava ediyorum! Beni nerden geldiğimi, niye geldiğimi söyleyecek eserlerle tanıştırmayıp çocuk nedir bilmeyen seminercilerin hastalıklı kurallarına göre değerlendirdiğiniz için. Damağımı besleyip dimağımı fakir bıraktığınız için dava ediyorum!

Anne Baba Sizi Dava Ediyorum!

Dizi film ve futbol merakınız kadar hislerimi, düşüncelerimi, itirazlarımı önemsemediğiniz için dava ediyorum! Arabanız ya da beyaz eşyanız bozulduğunda tamirciye koşmanıza rağmen benim ince sitemlerimi, alarm veren aykırılıklarımı anlamadığınız için dava ediyorum.

Anne Baba Sizi Dava Ediyorum!

Ninemi, dedemi bayramlık bir ziyarete dönüştürüp beni hiç tanımadığım bakıcıların eline bıraktığınız için dava ediyorum! Sınır, model, metrekare tanımayan eşya tutkunuza beni alet edip “bak senin için çalışıyoruz” diyerek tüketim tutkunuza beni alet ettiğiniz için dava ediyorum!

Anne Baba Sizi Dava Ediyorum!

Anlamsız ve unutulan bilgilerin sınavlarında dereceme göre, sınav başarıma göre beni sevdiğiniz için dava ediyorum! Beynimi ve kalbimi mideme meze yapmakla kalmayıp ilkokuldan üniversiteye kadar beni masa başında sınav mahkûmu yapmanızdan ötürü dava ediyorum! Çocukluğumu çaldınız, beni arkadaşsız bıraktınız! Adres defterimde birçok isim var ama dostum yok! Sizin hastalıklı tutumunuzdan ötürü hep rakibim oldu hiç arkadaşım olmadı. Kendi başarısızlığımı değil komşunun ya da akrabanın çocuğunun başarısını dert edinmeme sebep oldunuz!

Anne Baba Sizi Dava Ediyorum!

Hayatın beş seçenekten ibaret olmadığını ve başarının illa baş olmak olmadığını bilmediğiniz için dava ediyorum! Toplantılarınızda “bizim çocuk da şurada okuyor” diyerek caka satma duygunuzu kendi tercihlerime yeğlediğiniz için dava ediyorum!

Anne Baba Sizi Dava Ediyorum!

Aman ne derler” i önemsediğiniz kadar “Allah ne der” i önemsemediğiniz; böylece beni kutsalsız bıraktığınız için dava ediyorum! Oyun, eğlence ve ders çalışma toplantılarıma önem verdiğiniz kadar tefekkürüme önem vermediğiniz için dava ediyorum! İnsanların arkasından konuşmayı, olmadan görünmeyi, köşe dönmeyi, uyanık olmayı öğrettiğiniz kadar dürüstlüğü, kanaati, paylaşmayı öğretmediğiniz için dava ediyorum!

Anne Baba Sizi Dava Ediyorum!


Reklâmların, rollerin dışında gerçek bir anne baba hüviyetini taşımadığınız için dava ediyorum! Korku hislerimin Allah korkusuyla istikamet bulamayışından ötürü filmlerle başkalaştığından dolayı davacıyım! Babamın takımını, annemin eşyalarını önemsemek zorunda bırakılmışlığım, şimdi kendim olamayışıma neden olduğu için davacıyım! Diploma derecesiyle araba markasıyla, ev metrekaresiyle mutlu olunamayacağını öğretmediğiniz için, bunca varlığıma rağmen hâlâ yoksul kalışıma neden olduğunuz için davacıyım!

Anne Baba Sizi Dava Ediyorum!

Bir saatlik, bir günlük, bir haftalık yolculuklara günler öncesi hazırlık yaptığınız halde mecbur olduğumuz sefere, büyük yolculuğa hazırlık yapmayı öğretmediğiniz için davacıyım! Bütün güvenlik sistemlerine rağmen korkularıma yenik düştüğüm için davacıyım! Misyoner kuşatmasına hedef olduğum için ve dinimden dönsem aslında bir şeyden dönmüş olmayacağım durumuna düştüğüm için davacıyım! Ölümü sadece mezarlıkta hatırlayan ve hemen unutan bir zihinle malul kalışımdan davacıyım!

Anne Baba Sizi Dava Ediyorum!

Amerikan ordusunda paralı asker olup Irakla savaşmayı düşünecek kadar milli ve İslami hislerden uzak olduğum için davacıyım! Kişiliğimi, özgünlüğümü, özgürlüğümü, duygularımı kaybettiğim için davacıyım. Çocukluğumu, içimdeki çocuğu yaraladığınız için davacıyım. Kuduz köpekten korur gibi beni düşünceden, kitaptan uzaklaştırdığınız için davacıyım.

Sizin gibi yetişen savcı ve hâkimler temyiz kabiliyetini kaybettiği için şimdi bu yaşlılık zamanınızda mahkûm sizsiniz, yargıçlık görevi bende. Cezanızı suçun cinsinden veriyorum: Dedem ve ninem gibi bayramlık olacaksınız ve size evlat hakikatini değil, evlat rolünü göstereceğim. Arabamı ve tatilimi düşündüğüm kadar sizi düşünmeyeceğim ve dahi çabuk ölmenizi arzu ederek bu dünyada başınıza bela ahrette davacı olacağım!

Hasan EJDERHA -İÇİMDEKİ HIRÇIN ÇOCUK (Gençlik Romanı) Yakında

Hasan EJDERHA
İÇİMDEKİ HIRÇIN ÇOCUK (Gençlik Romanı) Yakında

Hasan EJDERHA-KAYIK TEPE OPERASYONU (Roman)

KAYIK TEPE OPERASYONU (Roman) ÇIKTI

“HAZRET-İ HÜZÜN SÜNNETLERİN EFENDİSİDİR" / Ali İLBEY

         Düz mânasıyla hüzün, kalp üzüntüsü, gam ve keder gibi kişinin iç ve dış sıkıntının tesirinden dolayı duyduğu ruhî ve fizikî acılardır. Hüzünden muradım olan târif ise, mânevî kayıp ve eksiklerden dolayı hissedilen ıstırap ve hasretlere istinat eden tasavvufî hâllerden bir “hâl”dir. Tasavvuf ehli hüznü, neşe, sevinç ve sürûrun mukabili olarak bilip gönlüne koyar

      Hüzünle ahbap olmak isteyenler evvelemirde, lügatimizde hüzünden meydana gelen şu kelimelerle akraba ve hâldaş olması gerek: Hüzn-âlûd: Hüzünlü, kederli, kaygılı. Hüzn-âmiz: Hüzünle, gamla, kederle karışık. Hüzn-âver: Hüzün getiren, hüzün veren. Hüzn-efzâ: Hüzün, gam, keder artıran. Hüzn-engîz: Hüzün koparan. Hüzzâm: Türk mûsikisinde koyu hüzün arz eden bir makam adıdır.

      Âlimlerin kitaplarından öğrendiğime göre, hüzne işaret edilen kelimeler âyetteki hâkim olan konuya uygun olarak kullanılmış ve hüzne dolaylı yönden işaret edilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de hüzün, otuz yedi âyette geçmekte ve ekseriyetinde müminlerin âhirette üzüntüsüz bir hayat yaşayacağı haber verilmektedir. Âyetlerde geçen “üzülme” veya “üzülmeyiniz” şeklindeki ifadelerle asıl mânasıyla hüznün kastedilmediğini tefsir eden âlimler var.
   
      Hz. Peygamberimizin, “Allah’ın, musibetler sebebiyle yaş döken gözleri, hüzünlenen kalpleri azaba uğratmayacağı” ifadeleriyle hüznün mevzu edildiği hadisler, Sahîh-i Buhârî’de mevcuttur. Bu mânada hüzün, dünya imtihanı bakımından sıkıntı, hastalık, belâ ve elem anlamıyla açıklanmıştır. Bu sıkıntıların muhatabı bu dertleri ulvî yolda bir hüzne dönüştürürse manevî mertebesinin artacağı mesajı da verilmektedir.

       SENETÜ’L HÜZÜN”

       Hz. Hatîce ile Ebû Tâlib’in peş peşe vefatları Efendimiz (s.a.v)’i derinden üzdüğü için onların vefat senesine “senetü’l-hüzün” adı verilmiş, hayatı bir hüzün ikliminde geçtiği için  “Hüzün Peygamberi” denilmiştir.

      Sezai Karakoç’un “Yitik Cennet”inde anlatıldığı üzere bütün peygamberler hüznün temsilcisidir. Mukaddes hüzün, peygamberlerden ve enbiyadan neşet etmiştir. Hz. Âdem, ayrıldığı cennetin hüznüne muhatap ilk hüzünkârdı. O’dan sonra yeryüzünün hüzün çilesi büyük hüzünkâr Hz. İbrahim’le başlar ve Hz. Mûsa’dan Hz. İsa’ya kadar bütün nebi ve son Peygamber Efendimiz ( s.a.v.)’le devam ederek en yüce mâna ve mertebesine ulaşır.

          Mutasavvıflar hüznü manevî bir disiplinin unsuru olan “hâl”lerden sayarlar: “Tarikat-ı âliyenin ruhu hüzündür. Hüzünsüz düşünün bakalım, ne düşünebiliyorsunuz. Hüzünsüz zikredelim haydi; ondan ne fikir doğar? Hüzünsüz ibadetler kâmil ibadet değildir. Dolayısıyla o ibadetlerden kemalât-ı insaniyye mevlûd olmaz. Hazret-i hüzün belki de Sünnetlerin efendisidir. Ya da hazret-i hüzün kamû Sünnetlerin neticesidir. O yüzden tarikatın gayesi seyf-i şeriatla (Kitab ve sünnetle) şerha şerha olup nihayet de bu hüznü hâlet-i dâime durumuna getirmektir. Eğer hüzün bizde yoksa tarikata iyi çalışmıyoruz. Hasret, âhu enîn, gözyaşı ve hüzne yol açmayan ilim, gereğiyle amel edilmeyen ilimdir. İnsanı hizaya getiren, uyaran, ‘kalk’ veren bir hâletten bahsediyoruz. Yani ümmül-hayr olan hüzünden.”
 
     HÜZÜN: MUHATARALI BİR YOL
      
     Şeyh Galib, “sırrını fâş eyleme ağyare” diyor. Yâni tasavvufî bir hâl ise sırrın, onu ham ervahlara açma. Nâçiz hüzün yazılarımızı perdesiz gözüyle ve hüsn-i kalple okuyacak ârif kişileri “ağyar” görmediğim içindir ki, bir “hâl” olarak yaşadığım hüzünle “yakîn”lığımı hurufatlara dökmekte bir beis görmedim. Bu dost kelimenin İslâm düşüncesindeki mânasını ürkerek araştırdım. Araştırmalarım sathî olsa da endişeye mahal olmadığını anladım. 

     Aklı esas alan bir kısım Kelâmcılar, Selefî ve Mutezilî âlimler hüzne geçit vermiyorlar. Bu anlayışa göre hüzün, insanın fizik ve psikolojik yapısının duyduğu acı, ıstırap ve elem olarak târif edilmiş ve kesbî olup bu “hâl”den geri dönülebilen bir “haz”dır. Bu târifle, hüzne yüklediğim mâna uyuşmamaktadır. İtikadî noktadan “hâl”imin ifsad edici olup olmadığı vuzuha kavuşmamış olarak görünmekte ve tehlikeli bir yola girdiğim ortaya çıkmaktadır.

       AKILCI ÂLİMLER “HÜZÜN HAZ VE HASTALIKTIR” DİYORLAR AMA…

       Birçok İslâm âliminin hüznün nâmı hakkında görüşleri var. Zekeriya er-Râzi, haz ve elemi birlikte değerlendirerek hazzın elemden ayrı bir şey olmadığını, elemin hazdan önce geldiğini, hazzın tekrar eleme dönüşeceğini ve kısır döngünün mutluluk arayışına esas olamayacağını belirtmiş. Yâni haz, acı duyan insanın bu hâlden kurtulup tekrar normale dönmesi sırasında duyduğu bir teessürdür.

        Kindî’ye göre, “Hüzün, sevilen nesneleri kaybetmekten ve elde edilmesi talep olunan nesnelere ise ulaşamamaktan kaynaklanan nefsanî acıdır. Hüznün iki sebebi var: Mahbubâtı kaybetmek ve matlubâtı elde edememek. Hattâ tedavi edilmesi gereken bir tür hastalıktır.”

       Dücane Cündioğlu, Kindî’nin târifine, “Ne büyük yanılgı. Çok yazık, mülkiyetin hakikatini idraki, ancak ölümün idraki kadar uzak insana”  diyor.

      Kindî çizgisinde kanaat belirten İbn-i Sina, Nasîrüddîn-i Tûsî, İbn Teymiyye, İbn Cevziyye gibi âlimler hüznün “vehbî hâllerden olmadığını, kuldaki iradeyi aşındırdığını, seyr ü sülûk şevkini kırdığını ve hüzne delil gösterilen âyet ve hadislerin yanlış yorumlandığını” belirtmişler. Dahası “bir ahlâk ve ruh sağlığı problemi olup, kontrolsüz öfke, acı, ihtiras gibi duyguların baskısıyla ortaya çıkan taleplerin sebep olduğu mutsuzluklardır” diyerek hüznü “kesbî”  hâllerden saymışlardır.  Hüznün aleyhinde olan âlimlerin görüşünün özü şudur:

       “Sevilen şeylerin elden gitmesinden ve talep edilenin elde edilememesinden doğan nefsânî elemdir. İçinde yaşanılan oluşma ve bozulma (kevn ve fesad) âleminde kayıplardan kurtulmak mümkün olmadığına göre insan, değişen ve elden giden geçici nimet ve imkânlar yerine her zaman kalabilen ahlâkî ve aklî erdemleri aramalı ve akıl âleminden seçmelidir. Ahlâk, bir bakıma ruh sağlığı olduğuna göre bu rahatsızlıkların tedavi edilebilmesi öncelikle onların akılla bilinmesi gereklidir.”        

      HÜZÜN BİD’AT BİR “HÂL” DEĞİLDİR,

        Hüznü, fazilet ve “vehbî hâl” lerden sayanların başında ise, Hace Abdullah Herevî ve büyük tasavvuf erbabı Hasan-ı Basrî gibi mutasavvıflar vardır. Bu zâtların târiflerine bakıldığında hüznün bid’at hâllerden olmadığını, daha çok o hâli yaşayanın ulvî maksadının bir vasıtası olabileceğini anladım. Herevî, hüznü “havf”, “huşu”, “zühd” ve verâ” gibi aynı mahiyette bir vehbî hâl olarak tasavvufî erdemlerin başında gösterir.

    Onun, “Hüzün, kulun ilahî mazhariyetlere yönelik istek ve arayışıdır. Sufîyi içinde bulunduğu durum hakkında sürekli düşünmesini ve kendini yetersiz görmesini sağlayan olumlu bir şuur hâliyle nefsi temizlemenin ve daha yüksek makamlara çıkmanın bir vasıtasıdır hüzün” târifi ilk mutasavvıflara ölçü olmuştur.

     Hüznün yoldaşı tasavvuf mektebinin ilk dervişlerinden Hasan-ı Basrî, “Mü’mini, dinî yolda ancak korku ve hüzün rahatlatabilir. Kur’an’ı doğru okumuş ve iman etmiş bir kimsenin mutlaka hüznünün artacağı ve gözyaşlarının çoğalacağını, mümini ancak hüznün rahatlatabileceğini” belirtiyor. Dahası “hüzünlü ve soluk yüzlü olmayı Kur’an’a inanmanın alâmeti” sayıyor. Bundan dolayıdır ki etrafındaki zahidler ona “ Hüzünle dost olmuş, kaygı ve kederle kaynaşmış, uyku ve istirahatı yitirmiş” derler.
 
      Sufîler için “Her nevî hüzün fazilettir ve mümin için ziyadeliktir. Fakat hüznün sebebinin günah olmaması şarttır.” Farklı düşünen sufîler de var: “Ahiretle ilgili hüzün iyi ve güzel; dünya ile ilgili hüzün kötü ve çirkindir.”

     Tasavvuf âlimlerinin hüzne yükledikleri mânanın hülâsası şöyle: Hüzün, yüksek bir makam ve fazilettir. Sufiler, hüznü, Allah ile yakınlaşmanın ve O’na ulaşabilme yolundaki ünsiyetin ve kurbiyetin bir hâli olarak anlarlar. Allah sevgisine mazhar olabilmenin istek ve arayışının ifadesidir. Hüzün duymamak eksikliktir. Sufi, hüzün duymadığı vakit iç evinde ağlar. Çünkü hüzün, sufinin sürekli Allah yolunda bulunuşu esnasında kalbinin tezkiyesidir. Hüzün varsa, kalbin var demektir. Kalbi olmayanlar hüzünlenmezler. Hüznü bilmek ve yaşamak, gerçek sufîliğin hâllerindendir. Hüznü olmayan sufî daha hamdır. Allah ve Resûlünün yolunda tâlim yapılan dergâhlar Bâb-ı Hüzün’dür, yani hüznün kapısıdır.

         HÜZNE GEÇİT VEREN ÂLİMLER  

         Günümüzde Mutezilî anlayışla hüzünden âzade yaşayanlara ve hüznü lüzumsuz görenlere, “hüzün, iffetin timsâli Hz. Meryem’in kucağındaki bebekle halkın arasına gelişidir, hüzün asildir, üzüntü sefildir” diyen ehl-i irfanın sözleriyle karşılık vermeyi ve Gazâlî’nin, “Kur’an-ı Kerim hüzün ile inmiştir” sözünü hatırlatmayı bir vazife sayıyorum kendime.

       Gazâlî, “Hüzünlenmenin yolu, Kur’ân’daki tehdit (manevî anlamda korku verme), mîsak ve ahidleri düşünmektir. İnsan, Allah’ın emirleri ve yasakları karşısında kendi kusurlarını düşünerek hüzünlenir ve ağlar. Kalpleri tertemiz olan kimselerin yaptığı gibi hüzünlenip ağlayamazsa, o zaman hüzünden mahrum olduğuna ağlasın. Çünkü bu, musibetlerin en büyüğüdür” diyerek, hüzün mevzuunda akılcıların ve mutasavvıfların nerede duracağını işaretlemiştir. Böylece imanla bir problemi olmadığına inandığım hüzne tam teslimiyetle sarıldım.  

       Bu noktadan sonra müracaat ettiğim Hucvirî’nin görüşleri sevindirici idi. Prof. Dr. Erol Güngör’ün “İslâm Tasavvufunun Meseleleri” nden okuduğum Hucvirî’nin hüzne bakışı hüzün ilgili tereddütlerimi yok etti:
     
      “HÜZÜN, MÂŞUK VE MAHBÛBUN KAYBIDIR”

     “Vecd ve vücud isim-fiillerdir, bunlardan birincisi hüzün, öbürü ise bulma mânasına gelir. Bu tâbirler sûfiler tarafından sema’ (işitme) sırasında tezahür eden iki hâle işaret etmek üzere kullanılır. Bu hâllerden biri hüzünle, diğeri ise arzu edilen şeyin elde edilmesiyle ilgilidir. Hüznün gerçek mânası Sevilen’nin (ma’şûk veya mahbûb) kaybı ve murad edilen şeyi elde edememe demektir; bulma’nın gerçek mânası ise arzu edilen elde edilmesidir. Hüzn ile vecd arasında şu fark vardır ki hüzn tâbiri bencil keder için kullanılır, halbuki vecd, muhabbet yolunda bir başkası için duyulan hüzün demektir; Vecdin mahiyetini izah etmek imkansızdır. Zîra vecd gerçek görüş (keşf) deki elemdir.”
    
        Gönül huzuruyla ifade etmeliyim ki, yaşadığım hüzün, Hucvirî’nin “muhabbet yolunda bir başkası (Cenab-ı Hakk) için duyulan hüzün” ifadesiyle aynı mânadadır ki, hüznüm bencil bir keder değil, vehbî bir hâldir. Hucvirî’nin hüzne bakışı, kalbimi daha da rahatlattı:
     
        Hucvirî’nin şu sözleri de, bir “hâl” olarak hüznü tercih edişimde bir sakınca olmadığını teyit ediyor: “Vecd, İslâm tasavvufunda gaye olmaktan ziyade vasıta değeri taşır. Hayatın gayesi vecd değildir, vecd’in götürdüğü yerdir.”

     Derûnumdaki hüzün, Hakk’a götüren vasıtalarla hemhâl olmamı sağlayan ve daima “yolda” olmanın aşkınlığını yaşatan bir  “hâlin adı olduğu için bahtiyarım.

TAKSİM GEZİ PARKI OLAYLARI VE OLAYLARIN PERDE ARKASI ERGENEKONDAN DAHA ÖNEMLİ!/Hasan EJDERHA



Bu ülkede yıllardır başbakanlık yapan Süleyman Demirel'e sağcıdır diye babalarımız dedelerimiz uzun yıllar oy verdiler. Sonra baktık ki başka bir milletten bir Demirel… Ne kadar solcu ve daha öte bir şey olduğu ortaya çıktı.

Taksim Gezi Parkı meselesine gelince: Ergenekon meselesinden daha önemli bir durum ortaya çıktı.

Tıpkı Demirel'in durumu gibi...

Birçok ayrı ideolojik grupların yan yana geldiklerini gördük. İsrail, Amerika, İngiliz ve bilmem ne ajanlarının eylem sahasında bile yönettiği ne çok grup varmış memleketimizde.

Bu defa açık verdiler.

Herkes anladı iplerinin tek noktada bağlı olduğunu. Çünkü bunun ağaç meselesi falan olmadığı ortaya çıktı. Madem ağaçları çok seviyorsunuz; ülkemizin her yerinde çanımızı da birlikte yakan orman yangınları oluyor. Neden koşuşmuyorsunuz güzelim ağaçları söndürmek için?

Yanarım da gerçekten iyi niyetli bir şekilde; park, ağaç yalanına kanan temiz kandırılmış insanlara yanarım. Gariptir; onlar da hala anlayamadılar neyin neye hizmet ettiğini...

Kahraman Çanakkale topçularının kışlasının ve camisinin yerine gezi parkı yaparak laikliği getirdiklerini düşünerek parkta biralarını yudumlayanlar direnmekte haklılar. Zira onlar bağlı oldukları merkezin talimatına uymak zorundalar.

Oturup ağladım; Ulusalcı, İşçi Partili, CHP'lilerle Milliyetçi geçinenlerin birlikte yaptıkları eylemi ve basın açıklamasını misafir olduğum evin balkonundan izlerken. Misafir olduğum evde yüksek sesle ve hüngür hüngür ağlarken teselli olacağım bir şey bir söz bulamadım. Ama o kişilerin Ülkücü, Milliyetçi kardeşlerimle asla ve kata alakası olamaz.

Seçimle geleni seçimle gönderemeyince terör örgütleriyle birlik olup memleketi yakıp yıkanlar; “acaba bu kaosu büyütüp iktidarı yıkar mıyız” diyenler adı, partisi, derneği, ne olursa olsun: Onlar tek bir fikrin ve ideolojinin adamıdırlar

Avuçlarını ovuşturarak yalananlar boşa yalanacaklar.


***

Anlaşılıyor ki; Başbakan'ın Amerika gezisinde bir şeyler olmuş.

İsrail ve ABD ile orta doğu, Filistin, İslam v.s. başlıklarında ciddi manada restleşmeler olduğu anlaşılıyor. Meydanlardaki olayları nerdeyse ajanlar yönetiyor diyesi geliyor insanın.

"Peki! Öyle olsun! Görüşeceğiz!" denilerek ayrılmış o toplantıya katılanlar belli ki. Yani bir tarafta İSTİHBARATLAR ARASI SAVAŞ var.

Yabancı istihbarat güçlerinin şlerinin kolay olacağını düşünmeleri normal. Biliyor adamlar bizde satılık adamların, satılık örgütlerin, kişiliksiz gazetecilerin ve sözde aydınların; demokrasiyi dillerinden düşürmedikleri halde demokrasi ile uzaktan yakından alakaları olmayan siyasi partilerin; onlara yem olacak milliyetçi geçinen ulusalcı artıklarının, sivil toplum örgütü adı altında kendi örgütledikleri oluşumların olduğunu.

Şükür ki; Devlet Bahçeli ve Mustafa Destici olumlu açıklamalar yaparak ülkücülerin bu eylemlerden uzak olmalarını sağladılar. Gerçi Bahçeli durumu biraz< geç fark etti ama olsun.

Bir de; Hem dış istihbarat güçlerinin, hem de türkiye laikçilerinin "Acaba bu adamlar gerçekten Taksim'e cami yaparlar mı ki?" kaygısı var.

Taksim'e cami de yapılır, Ayasofya ibadete de açılır.

Müslümanlar yeter ki kendisini içerden vuracaklara dikkat etsin.

Bu millet zoru ve zorbayı görünce kaçsaydı Çanakkale geçilmiş olurdu.



ÖLÜM / Hasan EJDERHA




Gözlerin kapanması değildir ölüm
Bilsem; ah bir bilsem dirilirdim
Belki umuttur dirilişime dedim
Bilmediğimi bilince irkildim


BABAM KADAR/Hasan EJDERHA


                                                                                       Mehmet YAŞAR’a


Bir yürek aksetse şiirlerime babam kadar
Acep o şiiri taşımaya dayanır mıydı dağlar



"Maraş'ın Cezbeli Gülleri" İle İlgili YAZILANLAR





İNSAN YÜZLÜ BİR KİTAP:
HASAN EJDERHA’NIN “MARAŞ’IN CEZBELİ GÜLLERİ”
Ahmet Doğan İlbey

      Şehr-i Maraş’ın yarım asırlık cebeli delillerinin hikâyeli portresini anlatan hikâyeci ve şair Hasan Ejderha’nın “Maraş’ın Cezbeli Delileri” adlı kitabı çıktı.
     "Maraş'ın Cezbeli Gülleri çıktı" haberini okuyunca, uzun süre tutulduğum yerden kendimin çıktığını yazan müjdeli havadisi okumuş gibi oldum. Uzun bir gurbetten gelen dost gibi, sîmasını, yani kapağını görünce çokça sevindim. Şehr-i Maraş'ın mâzisinden çıkıp gelen cezbeli delilerin hüzünlü gözleri ve dillerini gördüm kitapta.  Sevinçle, coşarak okudum. 
      Hasan Ejderha, üç kuşak Maraşlıların şakalaşıp muhabbet ettiği cezbeli delillerini kitap etmiş. Unutulmaya yüz tutan bir mâziyi önümüze sermiş. Maraşlıların gönlünde yer tutan cezbeli delilerini yanı başımıza oturtmuş ve konuşturmuş. Sırlı delilerini, yani meczuplarını unutanlar, âlimlerini, âriflerini de unuturlar. 
      Erbabı bilir ki sırlı deliler, İslâm medeniyetimizde “mecnun” mânasıyla da kullanılır. Deliliklerinden topluma asla zarar gelmez. Davranışlarında süflilik ve saldırganlık bulunmaz. Sırlı davranışlar gösterir ve çarpıcı sözler ederler. Bu yönleriyle toplumun ve ailenin bir parçasıdırlar. Onlar kaçılacak, korkulacak, tiksinilecek ve dışlanacak insanlar değillerdir. Modern ve kapitalist dünyanın zihniyetiyle toplumdan tecrit edilecek, akıl hastanelerinde çürütülecek vazgeçilmiş insanlar değillerdir.     
       Sage Yayıncılık’tan çıkan, (Ankara, Ocak 2013) “Maraş’ın Cezbeli Gülleri”, “otobiyografik hikâye” özelliğinde bir kitap. Üç kuşak Kahramanmaraşlıların yakından tanıdığı, şakalaştığı, hoş sohbet olduğu, kimi zaman da sırlı ve mânalı davranış ve sözlerinden kalben korkup temenna ettiği delilerini, yazarın ifadesiyle “Cezbeli Güllerini” bir bir hayatımız taşımış, hikâyeli ve hâtıralı bir anlatımla portreler sunmuş. Hacaslan’ın Delisi, Hortum, Çakmak, Küllük, Çürük, Kamıncı Ali, Salman, Osos Osman, Cip Ali, Deli Bahar, Ahraz Mustafa, Deli Mıstık… kitapta anlatılan delilerden bazıları…
      Kitabın, Türkçesi ve üslûbu güzel ve akıcı. Şehr-i Maraş’a aidiyet hisseden herkesin bir çırpıda gönül coşkunluğuyla, geçmişte bu cezbeli delilerle yaşadığı üçbeş hâtırası hafızasına yeniden oturarak okuyabileceği hem hüzünlü, hem şirin bir Maraş kitabıdır. 
      Âcizanemce, Maraş kitabı hüviyetini taşıyan bu kitabı K. Maraş Belediyesi, K. Maraş Millî Eğitim Müdürlüğü ve sivil kültür kuruluşlarınca ilköğretimden liselere kadar öğrencilere ulaştırılmasının faydalı olacağı kanaatindeyim. Çünkü kitap, diliyle, konusuyla toplumun değerlerine bağlılığı ve şahsiyetlerine vefayı öğretiyor.                         
19 Şubat 2013 Salı http://www.habervaktim.com/yazar/57748/muhsin-begimizden-huzun-var-bizde.html



***

HASAN EJDERHA'DAN GÜZEL BİR ESER 
"MARAŞ'IN CEZBELİ GÜLLERİ"

Durdu GÜNEŞ

Değerli dostum Hasan Ejderha’nın "Maraş'ın Cezbeli Gülleri” isimli kitabı çıktı.

Sanırım kitabı yayınevinden çıkar çıkmaz yazarından bile önce ilk okuyan benim.
 Mesai bitimi akşam eve gelince bir solukta okudum.
 
Kitap, geçmişte unuttuğumuz bir kültürü hatırlattı. İnsanın insana, insanca baktığı geçmiş dönemleri ”Cezbeli Güller” sosyal hayatımızın rengi idi. Kutsallarımız arasında onlara hürmetin ayrı bir yeri vardı.

Atalarımız “Delilik ve Velilik kol kola yürür” demiş. Ejderha, geçmişten aktardığı anekdotlar ve yaşadıklarıyla bu sözün anlamına ışık tutuyor.
 
Hani şehirlerde eskiden hayratlar olurdu, insanlar ondan su içerdi. Hayır etmenin ve dua etmenin bütünleştiği yerdi hayratlar. Suyun azizliği, insanın azizliği ile birleşirdi.
Şimdi o hayratlar nasıl aramızdan ayrıldıysa “Cezbeli Güller”i de göremez olduk. Ya da onlara verdiğimiz anlam kayboldu, artık manevi gözle bakamıyoruz.

Hasan Ejderha bu eseriyle maddeleşen çağımıza geçmişin manevi bir çivisini çakmıştır. Değerli dostumu tebrik ediyorum.

Elbistan’ın “Cezbeli Güller”ini yazmak Mehmet Taş dostuma düşer. Ben mizahtan sorumluyum. Biz ne deli ne veli olabildik, arada gevezelik yapıp duruyoruz. Elbistan’ın mizah kültürü üzerine inşallah bir eserim olacaktır.

Hasan Ejderha dostumu tebrik eder yeni esrelerini beklerken K.Maraşlı dostlarıma da selam ediyorum. 26 ocak 2013


***


HİKÂYECİ HASAN EJDERHA’NIN 
“MARAŞ’IN CEZBELİ GÜLLERİ” ÇIKTI

Ali İLBEY 


Kültür, sanat ve edebiyat sitesi “Yoldaki Kalemler”in sahibi şair ve hikâyeci Hasan Ejderha’nın 3. kitabı  "Maraş'ın Cezbeli Gülleri çıktı" haberini okuyunca, müjdeli bir haberi okumuş gibi oldum. 
Ne mutlu hikâyecim Hasan Ejderha'ya. 
Üç kuşak Maraşlıların şakalaşıp muhabbet ettiği cezbeli delillerini kitap etmiş. 
Unutulmaya yüz tutan bir mâziyi önümüze sermiş. 
Maraşlıların gönlünde yer tutan cezbeli delilerini yanıbaşımıza oturtmuş ve konuşturmuş. 
Sırlı delilerini ve meczuplarını unutanlar, âlimlerini, âriflerini de unuturlar. 
Hayırlı olsun. Uzun bir gurbetten gelen dost gibi, sîmasını, yani kapağını görünce çokça sevindim. 
Şehr-i Maraş'ın mâzisinden çıkıp gelen irfan sahibi cezbeli delilerin hüzünlü gözleri ve dillerini gördüm kitapta. 

Haber Vaktim 29 OCAK 2013